Yıldızın Oyunu – Şaban Gürtuna

1973 yılıydı. Kars’ın sınır köylerinden birinde, Ermenistan’a ait Leninakan şehrinin tam karşısında, kış çetin yüzünü göstermişti. Kar öylesine yoğun yağmıştı ki, köy yolları bembeyaz bir battaniyeye dönmüş, şehirle bağlantı tamamen kesilmişti.

Ben o köyde tek öğretmendim. Günler birbirine benziyor, zorlu koşullar insanı bir nevi hapis hayata mahkûm ediyordu. Ama bu durağanlığı kabullenmek istemiyordum. Kendime bir uğraş, bir hareket arıyordum. Neyse ki yakındaki sınır karakolunun komutanı, bu konuda bana fazlasıyla yardımcı oldu.

Komutanla sık sık bir araya geliyor, askerlerle voleybol maçları yapıyorduk. Kimi zaman çatışmalı bir maç çıkıyor, kimi zamansa kahkahalara boğuluyorduk. Höyük yığınlarından kayak pistleri oluşturuyor, kızıl yanaklarla geri döndüğümüzde komutan, “Bu kadar soğukta şehrin ne gereği var, köy mis gibi yer!” diyerek bizi neşelendiriyordu.

Bir akşam, karakolun yemekhane salonuna davet edilmiştim. Yemekte türlü yapılmış, yanında askerlerimin el yapımı ekmekleri servis edilmişti. Komutan da tatlı sert havasından çıkıp sınırsız bir espri tufanı başlatmıştı. “İnsanlar şehirlerde çok şey arar, ama siz bir öğretmen olarak bu köyün Einstein’ı olabilirsiniz. Biz ise Newton olur, hep birlikte elma düşürürüz,” dediğinde hepimiz kahkahalara boğulmuştuk.

Köydeki akşam sohbetleri de ayrı bir şekilde renkliydi. Muhtar, komutan ve ben, bir evden diğerine misafir olup köy halkıyla çay başında koyu sohbetlere dalıyorduk. Hacı emmi eski sazını alıp türküler söylerdi.  “Bir hışmıyla geldi geçti, peh peh peh, Kiziroğlu Mustafa bey, hey hey hey” diye. Komutan Şaka yollu: “Karakolun menüsüyle muhtarın koyu çayı arasında sıkışıp kaldık, öğretmen Bey!”

Yine böyle bir akşam, karakol komutanının davetlisi olarak yemekteydik. Masada muhtar, komutan ve ben vardım. Şakalaşıp gülüşürken, kapı ansızın çalındı. Kapıyı açan bir asker, selam çakıp haber verdi: “Komutanım, karşı dağda Rusya’dan Türkiye’ye kaçaklar geçiyor. Karanlıkta bir ışık yanıp sönüyor ve hareket halinde.”

Komutan, ciddi bir ifade ile emri verdi: “On asker kuşanıp hemen hazırlansın.” Hemen bir hareketlilik başladı, askerler kar maskeleri ve silahlarıyla hazırlandı. Biz de merakla dışarı çıktık. Gerçekten de karanlıkta bir ışık yanıp sönüyordu. Ancak hava o kadar sert ve kar diz boyunu geçmiş durumda, gidilecek yer ise 5-6 kilometrelik dik bir yokuştu.

Eğitimli askerler önde, biz ise merakla arkalarından ilerliyorduk. En arkada, elindeki dirgene yaslana yaslana ilerleyen muhtarın hali hepimizi şöyle bir gülümsetti. Gece karanlığında, önümüzdeki ışık da biz ilerledikçe ilerliyordu. İşığa yaklaştığımızda, bir asker durup komutana seslendi: “Komutanım, yanıp sönen ışık bir yıldız!”

Hepimiz yorgunluk içinde kahkahalara boğulduk. Zirveye tırmanıp nefes nefese kalmışken, gökyüzünün bize bir oyun oynadığını anlamıştık. Çaresiz, geri dönüp karakoldaki sohbete kaldığımız yerden devam ettik. Bu macera bize, karanlıkta yıldızlara olan ilgimizi sorgulatırken, bir o kadar da unutulmaz bir gece yaşatmıştı.

Kars – 1973

Sosyal Medyada Paylaş :